4 Temmuz 2012 Çarşamba

Modern Kızların Gönül Oyunu…


İnsanı yıkayan en temiz suyun kendi teri olduğuna inanmış olacak ki, uzun zamandan beri vücuduna başka su değdirmemeye özen gösterdiği ilk bakışta anlaşılıyordu. Kırçıl saçları öyle yapağılaşmış ki görseniz içiniz acır… İri yapılı, badem gözlü, yüzü çopurlaşmış, buğday rengi yüzünü kapatan 5 aylık sakalı, ağzına doğru sarkan intizamsız bıyığı ile bir insan başından ziyade görüntü olarak adeta yosun tutmuş bir volkanik kaya kütlelerinden bazalt taşını andırıyordu.
Modern Kızların Gönül Oyunu…Önündeki makineye o kadar dalmış ki dükkâna girdiğimizi fark edemedi. İyice yanına sokulunca başını kaldırdı bizi görür görmez, önce şaşkın bir edayla yüzümüze baktı, sonra kendini hafifçe toparladı “Hoş geldiniz” dedi. Beni oraya götüren arkadaşım tam tanıştıracağı sırada o daha atik davrandı ve birden tozlu elini uzattı, kendini tanıttı: Merhaba efendim, bendeniz Mucit!
Hurda demir, bakır, çinko, alüminyum ticaretiyle uğraşan dostum Tokatlı Sami Bey efendi bana daha önce ondan uzun uzadıya bahsetmiş ve fikirlerini oldukça ilgi çekici bulduğu için bilvesile tanıştırmak istemişti. Arkadaşımın alaylı bir üslupla anlattıklarına göre: Asıl adı Mucit filan değil imiş. Tıpta yeni bir çağ açacak kadar mühim bir icadından dolayı çevresinde herkes ona Mucit diye lakap takmış! Mucit Bey aşağı, Mucit bey yukarı, derken kendisi de bu adı benimsemiş! Her türlü makinenin tamirinden gayet iyi anlayan birinci sınıf sağlam bir usta imiş. Sami Bey kardeşim sırf bu merakından dolayı Gebze – Tuzla arasında bir dükkân tutmuş ona. Küçük oda, bakla sofa bir yere lazım olan tüm alet ve edevatı tezgâh üzerine kendi elleriyle de yerleştirmiş: bankalardan, şirketlerden topladığı hurda parçalarından: bilgisayar, yazıcı, eski daktilo, büyük hesap makineleri, para sayma cihazlarını önüne yığmış, parça başına belli bir ücret ödeyerek dükkânda tamir ettirdikten sonra ihtiyacı olan iş yerlerine gayet iyi fiyata satıyormuş. Ama o kadar güzel onarıyor ki, eksiğini gediğini tamamlıyor, temizleyip parlatıyormuş ki yenisinden adeta ayırt edilemiyormuş. Ve tabii piyasadaki iş yerleri çok pahalı bir şey almaktansa çalışır durumdaki bu makinelere Çin malından kalitelidir diye rağbet ediyormuş…
Kırk dokuz yaşını geçtiği halde yirmilik delikanlılara taş çıkaracak şekilde, büyük bir gayret, azim ve şevkle sabahın erken saatlerinden gece geç saatlere kadar çalışırmış. Öğleleri ne bulursa hani ekmek arası döner, belki biraz zeytin yahut peynirle, tezgâhının bir köşesinde beş on dakika içinde atıştırır, hiç dinlenmeden yine işine koyulurmuş…
Hayallerine, projelerine yaptığı işin sağlamlığına herhangi bir itiraz gelmediği müddetçe hiçbir Allah kulunu incitmez, gayet naif, alçak gönüllü, tok gözlü bir insan imiş. Sadece iki gayesi varmış şu hayatta: Biri milletvekili olmak, yek diğer ise büyük keşfini ilim dünyasına kabul ettirip dev bir şirket patronu olmak… Her seçim dönemi aday olmak için bağımsız olarak seçimlere katılır, onbinlerce adaylık insertleri bastırır, para ile tuttuğu adamlara bunları dağıttırır sonra konuşma yapmak için meydanlara insanları dinleyici olarak ücreti karşılığında kalabalık yaptırtır seçimin gerektirdiği daha başka bir ton oyun ve politik hadiselerle birlikte masrafları da hiç çekinmeden göze alır, dört sene zaman zarfında dişinden tırnağından arttırdığı ne kadar para, mal, mülk varsa hepsini bu uğurda harcar sıfırı tüketirmiş… Kampanya sonunda tabii elinde avucunda bir şey kalmaz, sadece kendisine, yine kendisinin attığından başka oy alamamasına rağmen, ümitsizliğe hiç kapılmadan, dipdiri bir şekilde, heyecanından en küçük bir şey kaybetmeden yeni dönem milletvekili seçimlerine hazırlanırmış…
Hasılı kelam “acayip bir karakter, ütopik bir insan” demişti arkadaşım. Son zamanlarda her önüne gelene icadından söz ediyor, patent almak için yardımda bulunmalarını rica ediyormuş. O an ayaküzeri pek bir şey konuşamadık. Ben sadece “keşfinizden haberim var efendim, Allah tez zamanda umduğunuza nail kılar sizi inşallah” dedim. Ben böyle deyince, o yüzü küflü adamın, gözlerinin içi ışıl ışıl: “Vay, vay vay… Demek duydunuz ha! dedi emin olun Yuşa bey, bu icat hastalıktan bitap düşmüş bir çok muzdarip insana çare olacak ve yüzünü güldürecek! Lütf edip bana yardımcı olabilirseniz, bende bu icadın patentini alırım” dedi! Ben cihazla ilgili çok geniş bir bilgiye sahip değilim ama deyince… “Haklısınız nasıl bir cihaz olduğunu size anlatayım” dedi.
İşin aslı hiç dinlemek istemiyordum anlatacaklarını… Sırf bu yüzden konuyu başka mecralara çekmek için “üstadım siz nerede oturuyorsunuz?” diye sordum. Cevaben “Şifa Mahallesinde.” –“Aaa ben yarına kadar burada olacağım işlerinizi bitirir bitirmez, oturduğunuz evin arka caddesinde de eniştem oturuyor. Ben en iyisi sizi oraya davet edeyim. Hem çaylarımızı içeriz, hem de oturur rahat rahat konuşuruz” dedim.
Bir saat geçmeden geliverdi! Ama, fakat ve lakin öyle biçimsiz ve uygun olmayan bir zamanda geldi ki yanımda kimya öğretmeni, dış cephe mimarı ve inşaat müteahhidi üç arkadaşım vardı.
Tanımadığı kimselerin yanında açılamayacağını zannettim. Fakat ben ne çok aldanmışım! Adam hiçbir sakınca görmeden, rahatça anlatmaya başladı. Mevzuuna hâkim bir büyük bilgin edası ile: “Şu bir gerçek ki, insana hayat veren kandır dolayısıyla, insanı yıpratan, hasta eden de kandır… Kanın dolaşımı bozulur veya yavaşlarsa yahut durursa ne olur? Siz okumuş insanlarsınız azbucuk anlarsınız demek istediğimi ve ben çıkış noktası olarak bu felsefe üzerinden hareket edeceğim. Misal vücudun herhangi bir yerinden, diyelim ki bacaktan özel bir boru yardımıyla kanı taptaze edecek bir makineden geçireceğim ve temizlenen bu kanı yine bu makineyle tekrar damarlarda dolaşmasını sağlayacağım. Evet, bunun tıbbi olarak bir takım ayrıntıları illaki var, burada izahı ise çok çok uzun sürer, ben hoş sohbetinizi bölmek ve vaktinizi almak da istemem. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki, bu cihazla bir insanı dört ay gibi kısa bir zaman zarfında neredeyse on yaş gençleştirmek mümkün olacak.” Dedi!
Arkadaşlarım zaten şeklini beğenmedikleri Mucit’i saçma sapan sorularıyla öyle bir canını sıktılar ki ben dahi Mucit kadar sıkıldım durumdan! Kimya öğretmeni: “Bedenin dışında kanı nasıl temizleyebilirsiniz?” dedi. Mimar olanı açıktan açığa alay ederek: “4 ayda 10 yaş ha! Bu hesap-kitapla bir insanı gençleştirmeye devam ederseniz, ömrü sıfıra yani doğumumuza kadar indirirsiniz herhalde, tıpkı bir filmdeki sendrom gibi…” Bunlar yetmiyormuş gibi bir de inşaatçı: “Merak ettim demin özel bir borudan bahsettiniz, ne cins bir boru bu? Kurşun mu? Demir mi? Plastik mi? yoksa lastikten mi?”
Mucit, fena halde sinirlenerek: “Sizin bu işlerden anlamadığınız besbelli, diye parladı. Bilmeyene ben nasıl anlatayım ki derdimi? Aynı seviyede, ilimde oturup konuşabilmemiz için daha bir fırın ekmek yemeniz lazım sizin…”
Oldukça sert bir tonla bu kırıcı sözleri söyledikten sonra nasıl olduysa birden bire yumuşayıverdi ve gülümseyerek: “Kardeşlerim: İnsanın bir makineden ne farkı var? Bence hiçbir farkı yok! Nasıl ki bir makinenin motoru yenilenip tekrar sürülebiliyorsa, insan da aynen eskiyince kanını tüm pis ve kirli maddelerden arıtılarak gençleştirilebilir pekala!” deyip arkasını dönerek cebinden çıkarttığı sarı kehribar tesbihini çekerek, “İnsan makine ve o da onarılabilir” diye mırıldandı…
Eskilerin yani ataların tabiriyle “ Kazıye-i ulâ” bu idi ona göre ama, kazın ayağı öyle değildi! Onun zannettiği gibi insan basit bir makine filan hiç değildi! Ne bir daktilo, ne bir bilgisayar, ne bir printer… Belki biraz arabaya benzetilebilirdi ama, o manada asla ve katta değil! Bunu söylemedim tabii. Alaka ile dinler gibi göründüm. Arkadaşlarımı bilemem ama benim hayatta işittiğim ilk saçma bu olmadığı gibi, gördüğüm ilk mucit de bu değildi. Vaktiyle televizyondan seyrettiğim ve hafızalamda kalan o görüntülerde yetenekli ve bir şeyleri keşif etme merakıyla dolu insanların durumu gözümün önünden film şeridi gibi geçti… Hatta Gaziantep’te hatırladığım bir mucit vardı ki bu Mucit’inkinden daha renkli bir hayatı vardı. Çünkü o bir ressamdı! Ordudan ayrılmış bir topçu subayıydı! Tam bir barut fıçısı. En ufak bir dokunmayla parlıyor, tozu dumana katıyor, kırıp döküyor, sövüyor, sayıyor, sonra oturup çocuk gibi ağlıyordu. Asi mi asi, hırçın mı hırçın… Askeri lisede bir gün hocası buna: “İsminin anlamını biliyor musun Seyfi ne demek?” diye sormuş. O da: “Elbette biliyorum komutanım Sultan Vahdettin’in kılıç kuşandığı zaman babama bu isim konulmuş aynı isim sırf ben babama çekeyim diye bana da koymuşlar.”
“Peki, niye Kılıçarslan koymamışlar da illa Seyfi?” diye üsteleyince komutana hiç tereddüt etmeden yapıştırıvermiş cevabı: “Babam şehit! Ve mezarlığa yolunuz düşerse onu babama sorarsınız!” demiş.
Bu pek yerinde karşılık üzerine kaç hafta hapis cezası ve çarşı izinsiz gün geçirdiğini merak edip sormuştum da hatırlayamamıştı Seyfi emmi…
Bu türlü isyankâr davranışlarla çok genç yaşta daha üsteğmenken ordudan ayrılmış, güzel sanatlara merakı okulda fotoğrafçılıkla başlamış, şipşakçılıktan kaynaklanan bir san’at aşkıyla daha sonraları ressamlığı meslek olarak seçmiş. Ben tanıdığım zaman çocuktum fakat o zaman dekoratördü: fakat yapabildiği tek şey ise boya badana işleriydi… Yanlış hatırlamıyorsam, yatalak olduğu günlerde, bir gece yarısı aniden geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetmişti…
Mizaç, tavır, hal, hareket ve davranış bakımından bu tip insanlar nasıl birbirine benziyorlar diye düşündüm. Hepsi sebatsız, kararsız, çalkantılar içinde… Şimdi mütevazı, sakin, saygılı bir zaman sonra, mağrur, hırçın, saldırgan, sataşkan… Hayat denen oyunda bir perde arası kadar bile hayale yer olmadığını anladıkları gün ayakta duramıyorlar, duramazlar. Bana öyle geldi ki onların dünyası daha iyi, daha sıcak, daha ışığı bol ve güneşli…
Ben böyle çocukluk hatıralarıma dalmış ve derin bir şekilde düşünürken, insanları gençleştirme sevdasına kapılan mucidimiz ani bir şekilde tekrar kafasını yerden kaldırıp, çıkışır gibi ve sert bir edayla o sessizliği yırtarak: “Ne düşünüp duruyorsunuz deminden beri kardeşim? Konuşsanıza yahu!, niçin susuyorsunuz Allahınızı severseniz” deyince, ben: “Ürktüm! yani dedim üstadım, benim çok bir ilmim yok, fakat böyle şeylere merakı olan birinin gözüyle naçizane metodunuzun esaslarını tam kavrayamadığımdan birşey söylememin veya fikir beyan etmemin hiçbir kıymeti harbiyesi olamaz, aksine ne konuşursam konuşayım benim için bir sorumluluk olur bu” dedim! “Bu meseleyi biz bir ara geniş bir zamanda yine görüşelim mi sizinle şöyle rahat rahat uzun uzun…”
“Hayhay, ne zaman emrederseniz.” Diye cevap verdi kibar bir gülümseyişle, “Genç kardeşlerimizle de tanıştığıma memnun oldum bu arada onlarda tekrar buyurur gelirlerse muhabbete ağırlamaktan memnun olurum” dedi.
Tam gidecekken: “son bir şey sorabilir miyim size: İnsanı gençleştirmek fikri nereden aklınıza geldi söyler misiniz?!”
“Benim tahsilim yok ama tecrübem var, dedi, hayata gördüm ki her şeyin hurdası para ediyor ama insanın eskisi bir işe yaramıyor.”
“O apayrı bir konu dedim, para eder etmez, işe yarar ya da yaramaz oturulup uzun uzun tartışılır. Sizi bu buluşa sevkeden o değil herhalde, daha başka, daha mühim bir şey olmalı. Asıl sebebi nedir söyleyin lütfen yoksa çatlayacağım… Zira ben her keşifte bir çekirdek ararım, toprağın altındaki yaratıcı tohumu yani… Bulamazsam mutlaka bir tarafı yarım kalır” dedim.
Yutkundu, sesi titredi, betibenizi attı ve; “keşfimle bu kadar ilgilendiğinize göre, her şeyi öğrenmek hakkınız tabii, dedi. İtiraf edeyim ki beni tahrik eden şeyin ne olduğunu ben de pek bilmiyorum aslında! Gerçi başımdan geçmiş tatsız bir maceram var. Hala unutamadım, kanayan bir yara gibi… Kim bilir belki de bunun yüzünden böyle bir şeye merak saldım! Ama bunu size nasıl anlatabilirim? Hem anlatırsam beni ayıplarsınız, gülersiniz mutlaka… Gülünç ve gerçekten çok komik… Hele ben yaştaki bir insan için… Oldu bir kere, artık siz ne düşünürseniz düşünün…”
Öksürüp sesini ayarladıktan sonra devam etti: “Bir kıza tutuldum bundan 8 sene evvel. Düşünün, kız 19 -20 yaşında, bense 42 yi geride bırakmışım. Ne komik değil mi? Hem komik, hem ayıp! Hayır anlatmamalıyım bunu, küçülürüm ve gözünüzden düşerim…”
Konuyu çok merak etmiştim, sonunu öğrenebilmem için kendisini ikna etmem gerektiğini hissettim. “Ben sizin gibi düşünmüyorum Mucit Bey dedim. Komik de değil, ayıp da değil bence! Neyzen Tevfik’i bilir misiniz, tanır mısınız? Ömrünün dörtte üçü buralarda geçmiş. Onun hoşuma giden, harika bir beyti var söyleyeyim size:
‘Altmışımdan sonra reftârınla çoşturdun beni,
Zerreyim ben, sen güneşlerle konuşturdun beni!’ ”
Hem, bir Fransız şairi olan Pierre de Ronsard bir genç kıza aşık olmuş, ona ölümsüz şiirler söylemiş, o da bir mısrasında bakın ne diyor:
‘Bugünden tezi yok hayatın güllerini derelim!’
Bunu söyleyen şair ellenin üzerinde, üstelik duvar gibi sağır, sevgilisi ise 18 yaşında. Ben tuhaf karşılamıyorum. Bir Çin filozofu gibi ben de inanıyorum ki, bir ömrü dolduracak kadar büyük bir aşk için vakit hiçbir zaman genç değildir.” Dedim.
“Peki normal mi bu?”
“Ne bileyim ben…. Fransa’da bazı hekimler tıbbi raporlarında ‘Anormal derecede normal’ gibi ifadeler kullanırlar. Normalin nerde sona erdiğini, anormalin nerede başladığını bilemem. İnsan ruhu bu 70 yaşına kadar aşık olabilir herhalde… Ama yine de siz bilirsiniz, anlatmayın isterseniz.”
“Yoo, anlatayım dedi, siz böyle düşündükten sonra…”
Ve devam etti hikayesine: “Karım öleli çok olmuştu. Kendime göre bir düzenim vardı. Şurda burada çalışıyor, geçinip gidiyordum. Bir gün bu kızla tanıştık. Bir Türkmen kızı. Kumral, çakır gözlü, elmacık kemikleri çıkık. Pek güzel bir kız denilemez ama çok zeki, az kültürlü, lise ikiden ayrılmış. Şaka maka derken tutuldum adamakıllı. Haftada bir iki buluşup çocuklar gibi el ele geziyorduk. Bir gün Üsküdar’a gittik! Bir çay bahçesinde çaylarımızı yudumlarken sordum ona: Leyla gerçekten bir genç kız kendisinden neredeyse 20 yaş farkı olan bir erkeği sevebilir mi?” Güldü, “Tabii sevebilir, dedi, hem de çok sevebilir. Hatta ben ilk okuldayken, Türkçe dersimize giren öğretmenimize aşık olmuştum! Hani öyle yakışıklı filan değildi, kılık kıyafet de felaket derece kötüydü fakat çok güzel konuşan, kırkını aşkın bir insandı. Ve sadece ben değil, neredeyse okuldaki çoğu arkadaşım bu hocaya aşık olmuştuk. Hayallerimizi, rüyalarımızı süslüyordu. O ise daima dalgın, her daim ciddi, etrafında dönen cıvıl cıvıl kızlara kayıtsız hiçbirşeyin farkında değildi. Yüzümüze bile bakmazdı. Dersten çıkınca yolda içtiği sigaraların izmaritlerini toplar, defterimin arasına saklar, kimseye göstermeden zaman zaman o sararmış izmaritleri çıkarır koklardım. Ah, çocukluk işte, ne güzel şey!… ” Bunları söylerken gözlerimin içine baktı. O anda içim tatlı ürpertilerle doldu.
Bir gün Çayırova’nın o muhteşem manzarasını süsleyen büyük bir ağacın altında Leyla ile sohbet ediyorduk dönüşte ona: “Sen çok gençsin, Nasıl olacak bu ilişkinin sonu?” Dedim.
“Ne işi, ne sonu” dedi
“Yani bu sevdanın sonu” önce bir tuhaf oldu, sonra kıkır kıkır gülerek: “Ne! Ne dedin?” Dedi, bir daha söyler misin lütfen. Sevda mı dedin? Hadi bir daha söyle, n’olur….” Sonra ciddileşti, gayet soğuk bir yüzle: “Siz bu oyunu sahi zannettiniz galiba, dedi, oysa ben siz yaştaki bir erkeğin nasıl sevebileceğini merak ettiğim için sizinle zaman geçirdim….”
“Soğuktan kavrulmuş bir ağaç gibi oracıkta kalakaldım. Günümden, geleceğimden ümitsiz, perişan….”
Aniden bir hışımla ayağa kalktı, alnını eliyle yokladı… “Niye anlattım kuzum ben size bunları, dedi, ziyanı yok, bir gün bizim de adımız meşhurlar arasında anılırsa elbet… ”
Ve veda bile etmeden, arkasına bile dönüp bakmadan koşar adım ve ağlayarak çekip gitti Zeynel usta…
Meraklısına not: (Hikaye özü itibariyle gerçektir. Elbette edebiyat sanatlarının hepsinden faydalandım…)